31 Tem “Üniversitemizin dinamik bir yapısı var”
Arel Medya olarak İstanbul Arel Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ercan Gegez’le gerçekleştirdiğimiz söyleşide üniversitenin işleyişi ve yapısı hakkında merak edilenlere yanıt aradık. Gegez, üniversitenin en güçlü noktasının akademik kadro olduğunu belirtirken hızlı karar alabilen, değişimlere ayak uydurabilen dinamik bir yapıya sahip olduğunu vurguladı.
Haber: Tahir Dikmen
Fotoğraf: Zehra Özkan
Üç yıla yakındır üniversitemizin rektörlüğünü yapıyorsunuz. Rektör olma süreciniz nasıl gelişti? Akademik ve idari anlamda en üst konumda olmak nasıl bir his?
Kimse ben rektör olacağım diye hayata başlamıyor. Doğal olarak akademiden başlıyorsunuz, ben de öyle başladım ama tarih beni hep idari görevlere doğru sevk etti. İlk idari görevim Marmara Üniversitesi’nde Enstitü Müdür Yardımcılığı oldu, arkasından kendimi Dekan Yardımcılığı’nda buldum. Arkasından bir gün Dekan olduğumu öğrendim.
Peş peşe geldi yani.
Peş peşe geldi ve sonunda da hem Marmara Üniversitesi’nde hem de geçtiğim bir vakıf üniversitesinde yaklaşık 10 yıl dekanlıktan sonra İstanbul Arel Üniversitesi’ne Rektör olarak geçiş yaptım. Bu en üst konumda olmak hizmet edebilmek adına önemli. Benim buradaki en büyük avantajım, sanırım rektörlükten önce uzun yıllar dekanlık yapmış olmam, bu da direktör olarak vereceğiniz kararlarda dekanlık seviyesindeki tepkilerin, beklentilerin, sorunların, fırsatların neler olduğunu iyi bildiğiniz için daha rahatlık yaratıyor diye düşünüyorum.
Peki akademik ve idari beklentiler zaman zaman farklılaşıyor mu? Öyle bir durumda karar verme süreciniz yönetim olarak nasıl gelişiyor?
Aslında buradaki üniversitelerdeki herkes, her noktada akademik bir çaba içerisinde hizmet ediyor. Dolayısıyla göreviniz idari de olsa akademik de olsa sonuçta çıktılar hep akademi tarafında toplanıyor. Bu yüzden zaman zaman akademinin olmasını istediği yerde, verdiğiniz idari kararlar yönlendirici oluyor. Bu noktada da ikisinin ortada buluştuğu idari kararlarla, akademik performansı, akademik hedeflerinizi tatmin eder bir noktaya ulaşıyorsunuz.
“Treni kaçırmadık çünkü trene binen kimse yok henüz”
Peki, hocam az önce söylediğiniz gibi daha önce Marmara Üniversitesi İşletme Fakültesi Kurucu Dekanı olarak görev yaptınız. Ardından Altınbaş Üniversitesi’nde iktisadi ve idari sosyal Bilimler Fakültesi Dekanlığı yaptınız, İşletme Fakültesi Kurucu Dekanlığına atandınız. Bu görev süreçlerinin üstüne yıllarca akademisyen olarak görev almanız, Türkiye’deki üniversite eğitimi anlamında sizin görüşlerinizi elbette değerli kılıyor. Peki, Türkiye’deki üniversite eğitimini siz nasıl buluyorsunuz? Yani sorunlar, aşılması gereken engeller nelerdir?
Aslında son dönemlerde Türkiye’de atılan çok önemli adımlar var. Genel çerçevede bakınca bugün atılan bu tohumların meyvelerini biz belki daha sonraki yıllarda yiyor olacağız. Bunun başında, giderek miktardan çok kaliteye doğru bir eğilim söz konusu. Son dönemlerde özellikle Türkiye’de üniversite camiasında, Türkiye üniversitelerinde hedeflerinin birçoğunun kalite odaklı olduğunu görmeye başlıyoruz. Bu da bir akreditasyon fırtınası yarattı. Biz YÖK’te sürekli akreditasyonu konuşuyoruz. Her üniversite rektörü kendi birimlerinin fakültelerini akredite etmek için çaba içerisine giriyor. Önemli fırsatlardan bir tanesi de dijitalleşme ve yapay zekâ meselesi ki dünya çok farklı bir noktaya doğru gidiyor. Bugünkü eğitim sistemimizin yarın aynen bu şekilde olup olmayacağını bilmiyoruz. Yapay zekâ eğitim sektörüne neler getirecek? Tam irdeleyebilmiş değiliz ama bu noktada Türkiye şu açıdan avantajlı, bu çalışmalara erken başladık. Geçenlerde katıldığım bir konferansta konuşmacılardan biri şöyle bir şey demişti: Treni kaçırmadık çünkü trene binen kimse yok henüz. Böyle bir durumdayız ve Türkiye’nin de özellikle eğitim sektöründe yapay zekâyla ilgili önemli adımlar attığını biliyorum. Tüm üniversiteler de bu konuda önemli çalışmalar içerisinde.
Peki, Batı ülkelerindeki üniversite eğitimi ile bizim ülkemizdeki eğitimi karşılaştığımızda neler söylemek istersiniz? Daha iyi olduğumuz taraflar var mı?
Tabii göreceli olarak herkesin birbirinden iyi ya da kötü olduğu taraflar vardır. Bunlar ülkeden ülkeye, üniversiteden üniversiteye, sistemden sisteme farklılık gösterebilir. Önemli olan sistemlerin burada benchmark yapabilmesidir. Biz bu anlamda işimizi iyi yapıyoruz. Yani başarılı örnekleri yurt içinde ve yurt dışında takip ediyoruz. Bunun ötesinde işin bir de daha sosyal tarafı var: öğrenci odaklı olmak. Bu bizim kültürümüzden gelen bir şey. Sosyal ilişkileri yüksek bir toplumuz biz Türkiye’de, daha duygusal bir toplumuz. Bu bence bir anlamda Türkiye’nin Batılı ülkelere göre farklılığını ortaya koyuyor. Bizim için çok önemli şeylerden bir tanesi öğretmen. Öğretmenler bizde sanki birçok diğer dünya devletinden daha önemli bir noktada gibi düşünüyorum. Biz ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü başöğretmen diye tanımlamışız. Okulumuzun kurucusu Sayın Kemal Gözükara zaten böyle bir misyonla göreve başlamış. O açıdan bunlar da bizim avantajlarımız. Türkiye, hele hele son dönemlerde pek çok yabancı ülkeden gelen uluslararası öğrencilerin eğitim aldığı bir ülke haline geldi. Bunun arkasında da eğer bu ülkenin eğitim sistemi yeterince güçlü olmasaydı bu mümkün olmazdı diye bir düşünmek lazım diye düşünüyorum.
Sizin de dediğiniz gibi öğretmenler gerçekten son derece önemli bireyler ve akademik kadro bir üniversiteyi güçlü yapan en önemli unsur. Biliyorsunuz ki son 30 yılda Türkiye de birçok yeni üniversite açıldı. Buna cevap verebilecek akademik bir kadro oluştu mu sizce?
Bir kere bir akademisyenin yetişmesi çok kolay bir süreç değil. Sıfırdan başlayıp profesör olup, profesör olduktan sonra da öğrenmeye, yayın yapmaya devam ettiğinizi düşünürsek emekli olana kadar hatta çoğu zaman emekli olduğunuzda bile akademisyenlik vasfınızı sürdürür bir noktada oluyorsunuz. Birçok emekli hocalarımız kongrelere katılmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla bu bir süreç. Akademik kadrolar genişledikçe, yetişmiş hocalar, yeni araştırma görevlileri, yeni öğrenciler, doktora öğrencileri yetiştirmeye devam ettikçe bu giderek daha iyi noktalara taşınacaktır diye düşünüyorum. Bu mesleğin çok önemli bir özelliği var. Herhâlde dünyada “oturun kendi adınıza makale yayınlayın, bilimsel çalışma yapın” diyerek buna para ödenen başka hiçbir meslek yoktur. Yani bu devlet, bu üniversiteler çalışıp sizin yayın yapmanız, kendi kendinizi geliştirmeniz için size para ödeyen bir noktada. Böyle güzel bir tarafı var. Üniversiteler de akademik kadrolar çalıştıkça güçleniyor. Ben önümüzdeki yıllarda her geçen gün bu yönde alınan önemli önlemlerle de akademik kadroların yeterliliğini daha da yukarıya çıkacağına inanıyorum.
“En büyük farklılığımız kampüs olanağımız..”
Biraz daha bizim okulumuzla alakalı bir sorum var. Şimdi pazarlama alanında sizin yazdığınız makaleler ve kitaplar var, bir sürü eserde de imzanız bulunuyor. Bu alana hâkim olarak da “farklılaşma” kavramının ne kadar önemli olduğunu biliyorsunuz. Peki, rektörü olduğunuz üniversitemiz sizce hangi alanlarda farkına çevirmiştir?
Şimdi biz yeni stratejik planımız üzerine çalışıyoruz. Önümüzdeki 5 yılı planlar bir noktadayız ve bu bağlamda hepimizin farkına vardığı, önemsediğimiz, bildiğimiz bir şey. Her alanda iyi olamayacağımız dolayısıyla spesifik bir alana yoğunlaşarak bu alanlarda diğerlerinden daha iyi olmak gibi bir konsept içerisinde çalışıyor olmamız gerekecek. Şimdi stratejik plan çerçevesinde zaten bu değerlendirmeleri yapıyoruz. Dolayısıyla bunu henüz sonuçlandırmadığımız için size böyle “biz şu anda farklıyız” demek istemiyorum ama bununla ilgili çalışmalarımız devam ediyor. Bir de bazen kendinizden, yaptığınız faaliyetlerden dolayı tematik bir farklılaştırma ortaya çıkabiliyor. Buradaki en önemli özelliklerimizden biri Kemal Gözükara Yerleşkesi Tepekent Kampüsü için konuşuyorum, burada en büyük farklılığımız kampüs olanağımız diye düşünüyorum. Pek çok üniversitede olmayan kampüs olanaklarına sahibiz. Onun ötesinde teknoloji yatırımlarımız çok yoğun. Özellikle laboratuvar gibi imkanlarımız son derece yoğun. Bu alanları gezen kişilerin, hem Tıp Fakültesi’nde hem Mühendislik Fakültesi kapsamındaki laboratuvarları gezen kişilerin, hayranlıkla ayrıldıklarını biliyorum. Başka üniversite öğretim üyelerinden de bu noktada önemli tebrikler aldığımızı söylemek isterim.
Biraz daha sizin haklınızda bir soru var şimdi. Geçtiğimiz sene 27 Nisan ve 12 Mayıs arasında New York’ta çektiğiniz fotoğraflardan “Sokakların Dokusu” adı altında bir serginiz oldu. Sizin fotoğraflarınız sergilendi. Meslek olarak bir akademisyensiniz ama içinizde de fotoğrafçı var aslında. İlham aldığınız fotoğrafçılar var mı?
Ama bu zor bir soru çünkü ben kendimi hiç fotoğrafçı gibi düşünmedim. Fotoğraf çekmeyi çok seviyordum. Güzel bir hobi oldu benim için. Bir gün Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki Güler Ertan hocamıza zamanında çektiğim 3 bine yakın fotoğrafı göstereyim dedim, baksın yorumlasın diye ki o fotoğrafların içinde New York fotoğrafları da vardı. Fotoğrafları gösterince hoca dedi ki “hemen bir sergi yapıyoruz”. Dedim ki “hocam ben sanatçı değilim, fotoğrafçı değilim, pazarlama hocasıyım. Siz beni seviyorsunuz ama beni sevdiğiniz için fotoğrafçı ilan etmeyin”. “Yok hocam, bunlar çok güzel fotoğraflar” dedi. Tabii herhalde böyle binlerce fotoğraf olunca içinden sergiye layık olan hasbelkader 10-15 tane fotoğraf çıkıyor. Böyle fotoğrafçı oldum. Sağ olsunlar onlar hakikaten bir fotoğrafçı tarafımın olduğunu düşünüyorlar ama ben bunu dile getirdikleri zaman birazcık da böyle onların yanında çok küçük hissediyorum kendimi, ne olur böyle bana çok fotoğrafçı demeyin. Fotoğrafçılar özenen bir öğretim üyesi deseniz daha iyi.
O zaman fotoğraf çeken biri olarak diyelim, neleri çekmek sizin ilginizi çekiyor, yani doğal yaşam, insanlar, sosyal yaşam… Neyin ya da nelerin fotoğrafını çekmek sizi heyecanlandırıyor?
Bu soruya çok net cevap verebilirim. Gezdiğim yerlerde binaların fotoğrafını çekmek çok hoşuma gidiyor. Sokakların fotoğrafını çekmek çok hoşuma gidiyor. Mimari bir takım eserleri fotoğraflamak çok hoşuma gidiyor. Aslında insanları da çekmeyi çok istiyorum ama orada biraz tedirgin oluyorum. Sokaktan geçen herhangi bir insanın resmini çekiyor olmak beni biraz rahatsız ediyor. İzin almadan bunu yapıyor olmak… Ve izin alırsanız doğallığını kaybediyor. O yüzden sokak fotoğrafları çekmeyi daha çok tercih ediyorum. Yalnızca fotoğrafçılığa değil, müziğe de ilgim var, iyi bir müzik koleksiyonum var. Bu eski zamanlara ait işte Frank Sinatra, Dean Martin’in tarzını beğeniyorum ve bu anlamda da iyi bir müzik koleksiyonuna da sahibim. Eğer siz işinizin içine sanatı biraz bulaştırmazsanız çok tekdüze kalıyorsunuz. Bu açıdan ben de bu hobilerimle daha mutlu olmaya çalışıyorum.
“Arel Üniversitesi’nin en büyük rekabetçi gücü, öğretim üyesi kadrosu”
Birazcık daha üniversitemize yönelelim. İstanbul Arel Üniversitesi’ni tercih eden bir öğrenci, diğer üniversitelere başvuran öğrencilere kıyasla ne gibi imkânlara sahip? Okulumuzu tercih eden ve edecek olan öğrencileri ne gibi fırsatlar bekliyor?
Biraz önce de bahsettim. Özellikle Tepekent’teki kampüs olanakları hakikaten çok önemli. Buranın doğanın içinde olması ve yeşilliğiyle diğer birçok kampüse kıyasla çok daha güzel olanaklar sunuyor öğrencilerimize. Üniversitemizin bir diğer artı tarafı da deneyimli ve iyi bir kadroya sahip olması. Yani bana derseniz ki, İstanbul Arel Üniversitesi’nin en büyük rekabetçi gücü nedir diye, ilk söyleyeceğim kriterlerin başında öğretim üyesi kadrosu gelir. Hakikaten cansiperane çalışan, öğrencilerine sahip çıkan, kendi alanlarında çok da ünlü olup büyük bir bilgi deneyimine sahip bir öğretim üyesi kadromuz var. Onlarla gurur duyuyorum. Bu da fark yaratan unsurlarımızdan bir tanesi diye düşünüyorum ki son dönemlerde aramıza kattığımız yeni hocalarımız da bu alandaki rekabet gücümüzü daha da arttırıyorlar diye düşünüyorum. Bir de bizim üniversitenin sektörel iş birliklerine çok sıcak bir üniversite olduğunu söylemek isterim. Birçok firmayla iş birliğimiz var. Sanayi-üniversite iş birliğini çok önemsiyoruz ve bu bağlamda çok sayıda protokol imzalamış durumdayız. Biz üniversiteden mezun olan öğrencimizin sadece teorik bilgiyle değil, aynı zamanda uygulama becerisiyle de donanmış olarak işine başlamasını arzuluyoruz.
Dediniz ki akademik mercek altında baktığımızda okulumuzun gerçekten güçlü bir duruşu var. Peki, yine de geliştirilmesi gereken yönler var mı?
Yani muhteşem kurumların bile geliştirilmesi gereken yönleri vardır. Dolayısıyla bizim de geliştirmemiz gereken bir takım yönlerimiz var. Birincisi altyapısal olanaklarımızın, Tepekent Kampüsü dışında da geliştirilmesi gerekiyor. Bunun üzerine bir takım çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Üniversitede son dönemlerde bir sistem kurmak, işleri analog yöntemlerden çıkarıp daha hızlı olabilmek adına dijitalleşme gibi adımlar atmamız gerekiyor. Bu çalışmalara da başladık. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda üniversite bunun sonuçlarını daha farklı bir şekilde hisseder olacaktır. Bu şeye benziyor: bir belediyenin park bahçe yapmasıyla altyapı çalışmaları yapması gibi. Şu anda biz park bahçe yapmaktan ziyade altyapı çalışmalarına yönelmiş gözüküyoruz
Dediniz ki üniversitemiz kampüs olanağı sağlıyor. Yatırımlara açık. Tıp ve teknoloji alanında yatırımlar yapıyor. Bu gibi güçlü noktalara başka örnekler verebilir misiniz?
En güçlü noktamız zaten öğretim üyelerimiz demiştim ama bunun ötesinde dinamik bir yapısı var bu üniversitenin. Biraz daha hızlı karar alabilen ve bu kararları çabuk uygulayabilen bir yapısı var, eski işleyişi kırmaya başladık. Yavaş yavaş karar alan, statükocu bir üniversite olmaktan çıkıp, hızlı karar alan ve değişimlere çabuk ayak uydurabilen bir üniversite haline dönüşmeye başladık. Bu anlamda bizim için üniversitenin dinamik yapısı en önemli avantajlarından bir tanesi. Siz ne kadar birtakım şeyleri başarmak isteseniz ve farkında olsanız bile bunları hızlıca gerçekleştiremediğiniz noktada çok büyük bir adım atamıyorsunuz, bu yüzden dinamik tarafı da en önemli taraflarımızdan biri.
Sona doğru yaklaşıyoruz. Üniversitemizde birçok program akredite edildi. Bu çok güzel bir başarı. Siz bu başarı hakkında neler düşünüyorsunuz? Neler söylemek istersiniz?
Şu anda IBF dışında da akredite edilmiş programlarımız var. Toplam 5 programımız akredite oldu. Halihazırda akreditasyonu önümüzdeki aylarda gündeme gelecek fakültelerimiz var. Çalışmaları devam eden fakültelerimiz var. Akreditasyon zorlu bir süreç. Ben ilk geldiğim dönemde ilk olarak akreditasyonla başladım. Buna çok önem verdim. Benim geldiğim dönemde hiçbir akreditasyonumuz yoktu. Bu işin doğası gereği akreditasyona öğretim üyelerinden büyük bir dirençle karşılaşıyorsunuz. Olayın kendisine değil, akreditasyonun gerektiği belgeleri hazırlamaya karşı bir dirençle karşılaşıyorsunuz ve biz bunu tüm dekanlarımızın da desteğiyle kırdık. Ve işin en güzel tarafı, akreditasyonları birer birer almaya başlayınca bu alandaki şevk artmaya başladı. Her bir akreditasyon, üniversitede işlerin artık daha güzel gittiği anlamına geliyor. Kalitenin ön plana çıktığı anlamına geliyor. Biz bu yılı akreditasyon yılı ilan ettik. Tüm fakülteler teyakkuzda bir şekilde çalışıyor. Zaten bunun arkasındaki en büyük desteklerden bir tanesi de YÖK’ten geliyor. YÖK de bu konuda çok duyarlı. Aşağı yukarı her toplantıda akreditasyon konuları gündeme geliyor. Zannediyorum ki önümüzdeki dönemlerde bu akreditasyon çalışmaları daha da artacaktır.
Peki, benim gibi pazarlama alanına ilgisi olan öğrencilere ne gibi tavsiye ederiniz var?
Pazarlama ile satışı karıştırmamalarının önereceğim. Öncelikli olarak bu. Pazarlama giderek günümüzde daha stratejik düzeyde ele alınması gereken ve giderek her şirketin diğer departmanlarıyla beraber çalışması gereken veya diğer departmanların pazarlama ile beraber çalışması gereken bir konuma doğru geliyor. Dolayısıyla bir şirkette pazarlama departmanında çalışıyorsanız şu ya da bu şekilde tüm departmanların yaptığı işlerle sizin yaptığınız işler karşılıklı etkileşim içerisinde oluyor. Bu açıdan yapılması gereken şeylerden bir tanesi, kendinizi daha büyük resmi görerek pazarlama dünyasına hazırlamanız. Yoksa pazarlama dediğiniz şey satış değil. Satışı küçümsemek anlamında bunu söylemiyorum ama satışla pazarlama arasındaki farkları vurgulamak için söylüyorum. Bizim üniversitemizde çok deneyimli bir pazarlama kadromuz var. Alanında çok yetkin isimler mevcut. Nöropazarlama çalışmaları yapabilen, bununla ilgili laboratuvarları olan bir üniversiteyiz. Dolayısıyla pazarlamada da iddialı olduğumuzu söyleyebilirim.
“Birincil önceliğim, akreditasyonları tüm üniversiteye yaymak”
Son olarak da az önce üstünden geçtiniz ama bir kere daha anlatırsanız güzel olur. Üniversitemiz ne gibi yenilikler bekliyor ilerde?
Benim şu anda birincil önceliğim, biraz önce başarı diye lanse ettiniz ama bu başarının daha da artıyor olması gerekiyor: Yani, akreditasyonları tüm üniversiteye yaymak. Şu anda Meslek Yüksekokulu için bir akreditasyon çabası içerisindeyiz. Bunun çalışmalarına başladık ve YÖKAK Akreditasyonunu aldık. İlk olarak YÖKAK Akreditasyonu, Yükseköğretim Kalite Kurulunun Akreditasyonunu almıştık. Bunu aldığımız zaman hiçbir fakültemiz akredite değildi. Sadece şunu söyleyeyim, yanlış hatırlamıyorsam şu anda Türkiye’de ki üniversitelerin sadece üçte biri YÖKAK Akreditasyonuna sahip ve bu bizim için çok büyük bir avantaj. Diğer bölümlere ve fakültelere de akreditasyonu yaydırmak, yaymak birincil önceliğimiz. Arkasından da yoğun olarak öğretim üyesi ve öğrenci kalitesini yukarı çekmek için elimizden gelen her türlü çabayı göstereceğiz. Zaten akreditasyonla başladığınız zaman o kadar çok farklı yerlere dokunuyorsunuz ki her alanda hızlıca ilerleme sağlayabiliyorsunuz.